Ağaçlar kesilirken konuşacağız sesimiz hiç susmayacak
Bizim şiir tarihimiz bir anlamda ağacın tarihidir. Şiirlerinde ağaç imgesine yer vermeyen çok az şair vardır. Tahmin yok. Ağaçlar şiire girer, olmadı, ne yaparlarsa şiire sızarlar. Çünkü şiir, insanlığın binlerce yıllık ortak hafızasının ifadesidir. Ve o kolektif hafızanın başında ağaçlar var. Ağaçlar yeryüzünün gerçek sahipleridir.
Ağaç, dünyanın tüm kültürlerinde değerli bir mitolojik unsurdur. Ağaç, yaşamın, gelişmenin, yer altı ile yeryüzünün, yer ile gök arasındaki bağlantının, Tanrı ile insan arasındaki bağlantının simgesidir. Dünya Ağacı olarak da bilinen Hayat Ağacı mitine ilk olarak dört bin yıl önce kaydedilen Gılgamış Destanı’nda rastlarız. Eski Türk destanlarında ağaç hem tanrıyı hem de hükümdarı simgeler ve ikisi arasındaki ilişkiyi sağlar. Türklerde kayın gençlik, mutluluk, özgürlük, barış, dostluk ve vatan demektir; sonsuzluğun selvi; kavak ölümü; ormanın hakimi kabul edilen ve ‘dede’, ‘baba’ gibi sıfatlarla adlandırılan meşe gücü; Çam, ölümsüzlüğün simgesidir. Söğüt ise gölgesinde yatan huzurlu bir ağaçtır. Sibirya’nın yerli halklarından biri olan Evenkler, insanların gövdeleri ikiye ayrılan ağaçlardan doğduklarına inanırdı. Yunan mitolojisinde Dionysos, Karya’ya aşık olur. Ama Karia ölür. Dionysos çok uğraşır ama sevdiğini hayata döndüremez. Daha sonra onu bir ceviz ağacına çevirir.
Nazım Hikmet’in “Başım köpüklü bir bulut, içimde bir denizim / Gülhane Parkı’nda bir ceviz ağacıyım / Budak, yaşlı bir ceviz” dizeleriyle başlayan Ceviz Ağacı ismi. şiiri ise binlerce yıllık bu kolektif hafızanın edebi versiyonudur.
Deniz Durukan da bir hoşlukla “hani ya sarılınca ağacın odunsuluğunu hissediyor” diyor. Dionysos’un sevgilisini bir ağaca çevirerek yeniden doğması, muhtemelen onu özlediğinde gidip ona sarılmak içindi. Bu dünyanın en anlamlı sarılması. Çünkü Durukan’ın dediği gibi biri ağaca sarıldığında kendi varlığını hisseder, mutlu görünür. Akbelen’deki (Ağaç, orman ve tabiat hakkında kadim bilgi sahibi olduğu için mübarek bir çağ olan) yaşlı kadının o ağaca sımsıkı sarılması, onu doğanın katillerinden, vahşi kiracılardan ve özel korumalarından biri yapar. aslında devlet memuru olmak kuvvetlerin savunulması yeryüzünün en eski ve en anlamlı imgesidir. Çünkü ağaç insana, insan da ağaca hep tutunmuştur.
Asaf Halet Çelebi’nin Sidharta şiiri “niyagrdoha/Kocaman bir ağaç görüyorum/ Küçücük bir tohumda/ Ne ağaç ne de tohum/ om mani padme hum…” mısralarıyla başlar. Küçücük bir tohumda kocaman bir ağaç görülür ama o tohum aslında bir tohum değildir; çünkü onu görür görmez biraz önceki tohumdan farklıdır, ağaç olma yolunda biraz daha ilerlemiştir. Ama şimdi ağaç da değil. Ne tohum ne de ağaç olan başka bir şey, başka bir oluşumdur. Bu sadece ağacın değil, hayatın mucizesidir; bir bakıma gizlidir.
Ama anlamsız bir dizi harf gibi görünen şiirin ilk kelimesi olan niagrodha nedir? Niyagrodha, ağaçlardan inen ve yere inen köklerin tekrar yükselip ağaç olmasıyla ortaya çıkan, birçok ağaçtan oluşan tek bir ağaca verilen addır. Om mani padme hum, Sanskritçe’de ‘lotus mücevherine selam’ anlamına gelir. Bu, Buda’nın aydınlanmaya ulaşır ulaşmaz nilüfer çiçeğine söylediği ilk kelimedir. Nilüfere selam aslında ‘insanın gerçek özüne’ verilir. İnsanın özü nilüferin mücevheridir. Elbette ağaca, yani doğaya, yani kendi geçmişine ve gerçeğine sarılabilen insan. Çünkü o kişi, mesela Akbelen’de ağaca sarılan yaşlı kadın bilir ki; Ağaç tepeden tırnağa giydirilmeden dünya çiçek açmayacak. Ve o ağaçlar başlarında rüya torbalarıyla atlar gibi ayaklarının üzerinde uyurlar.
O yaşlı kadının bu şiirlerden haberi var mı bilmiyorum. Ama hayatın şiirine sımsıkı sarıldığına eminim. Çünkü “Dalgayı haber veren tarla kuşu/ Kıyıda kim göze çarpar?/ Tepeden tırnağa giyinmeden çiçekte/ağaçta durduğunu kim anlayabilir?” Kemal Özer ve Oktay Rifat, Aylak Gezinti adlı şiirlerinde “Ağaçlar at gibi ayakta/ Uyurlar, başlarında düş torbalarıyla” demişler zaten bir şiirlerinde. O yaşlı kadın o hayal çuvalları yere düşmesin diye yaşam savaşı veriyor.
Her şey doğal akışında ilerleseydi, Edip Cansever’in dediği gibi “Ağaçlardan sızan su/ Uzaklarda bir gül olacak” diyebilirdik. Normal şartlar altında doğada hiçbir şey yok olmaz. Ağaçlardan sızan su da akıyor, uzaktaki bir güle hayat katıyor herhalde. Ancak ağaçlar sel altında kalırsa, bir orman toptan kesilirse ağaçlardan sızan su değil, gözyaşıdır. Ve ağacı ağlatan hayatı ağlatır. Edip Cansever der ki, “-Mutluluk nedir/ Çamdaki yürek gibi/ Sakız kokusu gibi/ Dallardan yapraklardaki kılcal damarlara/ Ve kim öper koca bir ormanı damarlarından” der Edip Cansever, o zaman mutluluk nedir, nerede diye sormanın zamanı geldi. Koca bir ormanı öpen dayak yiyor, mutluluk artık bizden çok uzakta!
Mutluluğun çok uzaklarda olması kaçınılmaz çünkü çaldılar, acımasızca öldürdüler: hayata düşman olanlar. Fazıl Hüsnü Dağlarca İkonlardaki Yüzler adlı şiirinde bunu bize şöyle anlatmıştı: “Aldın/ Vurdun/ Ovalar başak doluydu,/ Derelerin meçhul hatıraların gücü vardı/ Ağaçların yemişleri senin ağırlığındı ,/ Çaldın/ Çünkü onları öldürdün.” Ve sadece ağaçları değil, insanlığın ortak hafızasını da vurdular. Dedemizi, meşemizi öldürdüler, gençliğimizi, hürriyetimizi, kayın ağacımızı öldürdüler, kavağımızı öldürdüler, servimizi öldürerek sonsuzluğu, çamımızı öldürerek ölümsüzlüğü elimizden aldılar. Melih Cevdet Anday, “Elimi tuttuğun an orman başlardı” diyor, artık orman başlamıyor, bitiyor. Peki nasıl el ele tutuşacağız?
Sadece bir orman değil, mahalledeki tek bir ağaç bile o mahalleyi güzelleştirir, yaşanır kılar. Kaydırak oynamayı bilmese de kıpırdamadan orada kalsın. “Mahallemizde bir ağaç daha olsa/ Seni bu kadar sevmezdim./ Ama sen/ Bilseydik bizimle kaykay/ Daha çok severdim seni/ Güzel ağacım!/ Kuruyunca/ İnşallah/ Başka mahalleye taşınacağız” diyor Orhan Veli Ağacım şiirinde çocuk sesiyle. Çocuk kaydırak oynamayı bilmese de yine de o ağacı sever. O kadar çok sever ki o ağacın kurumasına tahammül edemediği için orayı böyle görmektense diğer mahalleye taşınmış olmayı ister.
O ağaçlar birer birer, on, yüz bin kesilince biz ne yapacağız? Taşınabileceğimiz başka bir mahallemiz veya başka bir ülkemiz yok!
Aslında Gülten Akın bize ne yapacağımızı çoktan öğretti. Direneceğiz ve durmadan konuşacağız. Sesimiz asla susmayacak. Ormanda, dağda, denizde, kırda, şehirde, cezaevinde… Konuşacağız… Sesimiz hiç susmayacak.
konuş, sesini kesme
sesin uzun bir kuşu müjdeledi
Rüzgar susmak ve dinlemek için geldi
ormanda kesilen ağaç kulağı
huzursuz bekleme tuzakları
Mauser kelime mermisi
şehrin duvarlarını deler
dağlar çoğalır ve dağılır
konuş, sesini kesme
Gülten Akın